'Kürdistan' 100 yıl önce battı!

'Kürdistan' 100 yıl önce battı!
Bundan 100 yıl önce, henüz Türkiye diye bir devlet yokken, Manchester’dan Basra’ya doğru giden bir gemi Scilly Adaları güneyinde battı. Geminin adı Kürdistan’dı.

Wednesday, November 7, 2012

Barzani Suriyeli Kürtleri uyardı!

07 Kasım 2012 Çarşamba 10:20 Mesud Barzani, Suriyeli Kürtlere birlik çağrısı yapıp anlaşmazlık yangınına çekilmemeleri uyarısı yaptı. Kürdistan yönetimi başkanı Mesud Barzani, Suriye’deki Kürt gruplar arasındaki çatışmalara dair ‘birlik çağrısı’ yaptı. Kürt Ulusal Konseyi ile Demokratik Birlik Partisi (PYD) arasında Halep’te ekim sonunda çıkan çatışmalar, Suriye’de ‘yeni cephe açıldığı’ yorumuna sebep olurken Barzani, bölgesel yönetimin resmi sitesinde Kürtleri ‘anlaşmazlık yangınına’ çekilmemeleri için uyardı. Daha önce iki grubun temsilcilerinin ortak konsey kurmasını sağlayan Barzani, grupların ellerindeki rehineleri bırakmasını da istedi. Öte yandan Suriye muhalefetinin Katar’ın başkenti Doha’daki toplantısında ise Suriye Ulusal Konseyi (SUK) yetkililerinden ABD’ye eleştiri geldi. Hedefte ise SUK’u ‘temsilde yetersiz kalmakla’ suçlayan ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton vardı. SUK Başkanı Abdülbasit Seyde Clinton’ın açıklamasına atfen ‘uluslararası toplumun Suriye halkının taleplerini karşılamadığını ve SUK’a gerekli desteği vermediğini’ savunup “SUK aleyhindeki her adım, rejimin ömrünü uzatmaktan başka işe yaramaz” dedi. SUK Türkiye Temsilcisi Halit Hoca ise “Clinton’ın sözleri, SUK’u radikalleştirerek askeri çözüme daha çok itebilir. SUK’un Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) desteği bundan böyle artacaktır” diye konuştu. Bu arada ÖSO’dan da, rejim ve muhaliflerin uzlaşısına dayalı geçiş hükümetinin oluşturulmasını öngören Cenevre Anlaşması’nın kabul edilmediği açıklaması geldi. ÖSO danışmanı Bessam Dade, ’’Kabul görecek tek çözüm, geçiş hükümeti üyelerini SUK’un belirlemesidir’’ dedi.

Tuesday, November 6, 2012

Semdin Sakik Dosyasi

Şemdin Sakık'tan şok ifadeler Sabah Gazetesi: 06.11.2012 15:15 ''Ergenekon'' davasında tanık olarak dinlenilen PKK itirafçısı Şemdin Sakık, terör örgütü PKK'ya katılması, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan'a ziyareti ve Tuğgeneral Bahtiyar Aydın'ın öldürülmesiyle ilgili açıklamalarda bulundu. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki duruşmada dinlenilen, ''devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya yönelik eylemler yapmak'' suçundan hükümlü Şemdin Sakık'a Mahkeme Heyeti Başkanı Hasan Hüseyin Özese, ''Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek hakkında beyanlarda bulunmuşsunuz. PKK içinde yıllarca bulunduğunuzu söylemişsiniz. PKK ne zaman, nasıl kuruldu, dosyamız sanıklarıyla ilgisi bulunan var mı, PKK'ya nasıl girdiniz anlatır mısınız?'' diye sordu. Sakık da 1979'da terör örgütüne sempati duyduğunu, 12 Eylül darbesinden sonra kendi başına dağa çıkmak zorunda kaldığını belirterek, şunları söyledi: ''Yurt dışına çıkmam nedeniyle PKK'ya bizzat katıldım. 1978'deki kuruluşunu, sonradan aldığım eğitim neticesinde öğrendim. O sürece ilişkin bildiklerim PKK'nın bize öğrettikleriyle sınırlıdır. Doğruluğu konusunda kuşkularım vardır. Hem Abdulah Öcalan kendisi ifade etmiştir. Ancak yapılanları, gelişmeleri değerlendirdiğimde, Öcalan'ın kullandığı ifadeler, sarf ettiği sözler değerlendirildiğinde özgücüne dayanmadığını, gerçek bir Kürt hareketi olarak ortaya çıkmadığını örgütten ayrıldıktan yıllar sonra daha iyi anladım.'' Bekaa Vadisi'nde tanık olduklarının, sonraki süreçte yaşanan bazı konuların aydınlatılmasında ''mahkemeye yarayabileceğini umduğunu'' ifade eden Sakık, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in PKK ile ''daha doğrusu Abdullah Öcalan'' ile olan ilişkilerinden sonra, Perinçek'in çekilmesi üzerine Yalçın Küçük ile ilişkilerinin geliştirildiğini anlattı. Perinçek'in ''gazeteci kimliği ile geldim'' dediğini bildiren Sakık, Perinçek'in Bekaa'yı ziyaretinde ortaya çıkanların dikkati çekici olduğunu vurguladı. Şemdin Sakık, şöyle devam etti: ''İnsanlarla tokalaşmayı bile otoritesine bir leke olarak gören Öcalan'ın Doğu Perinçek ile öpüşmesi, günlerce baş başa bir odada görüşmesi, sonra onu kitaplaştırıp, yayınlaması gibi bir çalışma oldu. Barış elçisi olarak, kardeşlik elçisi olarak geldiğini söyledi. O güne kadar pos bıyığı, sesi, ifadeleriyle köylü görümünü ile tanınıyor olmasına rağmen Doğu Periçek ile yayınlanan fotoğrafları sayesinde, elinde çiçek, yüzünde gülücük hoş bir önder kişilik olarak kamuoyuna yansıtıldı. Öcalan, bir lider imajıyla sunularak kabul ettirilmeye çalışıldı.'' ÖRGÜTTEN AYRILMA SÜRECİ Örgütten ayrılmak istediğini, ayrılmanın da ya öldürülme ya da kaçmakla olduğunu belirten Sakık, ''Beni öldürmek istediler. Kaçıp cezaevine girdim. Bir tane bile örgütçü yakalatmadım'' dedi. Dava sanıklarından Yalçın Küçük'ün kendisine önceden ''kahraman'', şimdi ise ''hain'' dediğini ifade eden Sakık, ''Bir insan 2 gün önce kahraman, sonra nasıl hain olur. Bu insanın yaptığı birşey olmalı. O zaman, silahlı mücadeleyi üst noktaya götürmekti. Silahlı mücadelenin devam etmesini istediği için Abdullah Öcalan'a her zaman kardeşim dedi. Bu yaklaşım halen de devam ediyor'' dedi. Taraf Gazetesi'ni de eleştiren Sakık, ''Taraf Gazetesi'nin, örgüt bülteni mi yoksa ulusal bir gazete mi o olduğu anlaşılmamaktadır. Öcalan'ın her sözü manşetten veriliyor. 2007'den günümüze kadar süren şiddette her kişinin isminin altında Taraf Gazetesi vardır'' diye konuştu. Şemdin Sakık, cezaevlerindeki açlık grevlerini de tahlil ettiğini anlatarak, şunları kaydetti: ''Açlık grevlerinin ölüm grevlerine dönüşebileceğini söyledim. PKK şiddetinin bir boyutunu da böyle algılamamız gerekiyor. Elbette inkar edilen hakların bunda rolü var. Ben çıkışıyla ilgili değil, gelişimiyle ilgiliyim. Bu günlere getirilmesinde dış güçlerin, Amerika, komşu ülkeler hep vardı. Bunların rolü kadar solcu geçinen, liberal solcu etiketi takanlar, Altan'lar buna girer. Bunların hepsinin bir biçimde bu şiddetin sürmesinde katkısı vardır. Bunlar benim yorumun değildir.'' ''Ergenekon'' davasında tanık olarak dinlenilen PKK itirafçısı Şemdin Sakık, terör örgütü PKK'ya katılması, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan'a ziyareti ve Tuğgeneral Bahtiyar Aydın'ın öldürülmesiyle ilgili açıklamalarda bulundu. BAHTİYAR AYDIN CİNAYETİ Tuğgeneral Bahtiyar Aydın'ın ölümüyle ilgili açıklamalarda bulunan Sakık, şunları anlattı: ''1993'te Mumcu cinayetiyle başlayan Bahtiyar Aydın cinayetiyle son bulan, 1994'e de yansıyan cinayetleri ve Türkiye'de yönetimin değiştiğini dile getirmiştim. Bu cinayetlerin bir sahibi olması gerekir. Bahtiyar Aydın cinayetini örgütün üzerine attılar. Lice'de helikopterden iner inmez vuruldu. O zaman Lice yakınlarındaydım. Etrafımız kuşatılmıştı. Adeta bitiş seviyesindeydik. Telsizler vardı. Askerin telsizleri de vardı. Birbirimizi dinler ona göre hareketlerimizi planlardık. Bir anda telsizden 'paşa vuruldu' diye bir anons geçti. Telsizden Lice'deki dağlık grubu aradım. Yapmadıklarını söylediler. Askerin telsizine girerek bizim ilgimizin olmadığını söyledim. Bir tuğgenerali vursak bunu dünyaya yayınlarız. 'Örgütün burada herhangi bir rolü yoktur', dedim. Bu olay üzerine operasyonu sona erdirdiler. Bunun sayesinde ben o zaman kurtuldum. Olay üzerime yıkıldı. Direkt olarak ben sorumlu tutuldum. Bu olay aydınlatılmadı. Birileri cinayet işliyor, birileri de azabını yaşıyor. Paşayı devletin içinde bir ekip vurdu. Şüphem yok. Paşayı devlet vurdu. Hatta duyduğuma göre vuran asker de öldürüldü. Lice'de çatışma süsü verdiler. Paşa'da helikopterine atlayıp gitmek zorunda kaldı. Derin devlet vardır. Kimi 'Ergenekon', kimi 'derin devlet' dedi. Bence ayrımı yok. Öteden beri sol çevreler bütün hayallerini ordu üzerinde kuruyorlar.'' BİNGÖL'DE 33 ASKERİN ŞEHİT EDİLMESİ ''Ergenekon'' davasında tanık olarak dinlenilen PKK itirafçısı Şemdin Sakık, ''Bu olayın (Bingöl'de 1993'te 33 askerin şehit edilmesi) tetikçisi, PKK'dır. Örgüt liderinin 'eylem yapın' talimatına karşın bu askerler tedbirsiz yola çıkarılmıştır. Neden tedbir alınmadı?'' dedi. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki duruşmada dinlenilen Şemdin Sakık, İP Genel Başkanı Doğu Perinçek'in, terör örgütü elebaşısı Abdulah Öcalan'ı ziyaretinden sonra militan sayısında patlama olduğunu söyledi. Çekilmesinden sonra Doğu Perinçek'in yerini ''Ergenekon'' davası sanıklarından Yalçın Küçük'ün doldurduğunu anlatan Sakık, ''Doğu Perinçek'in Abdullah Öcalan ile ilişkisi ne ise Yalçın Küçük'ün ilişkisi daha fazlaydı. Küçük bize, silahlı eğitim veriyordu. İkinci başkanımız mı diye düşünüyorduk. 'Rüzgara tutunmuş adam' başlıklı bir makale yazmıştı. Bu yazı, örgütün güçlendirilmesini ve savaşın kızışmasını isteyen bir yapıdaydı. Abdullah Öcalan bize Yalçın Küçük'ün Türkler için bir şans, örgüt için Allah'ın lütfu olduğunu söylerdi'' şeklinde konuştu. O dönemlerde Abdullah Öcalan ile konuşmalarında, silahlı mücadelenin bir çıkmaza girdiğini söylediğini aktaran Sakık, bu nedenle ayrı düştüklerini ve örgütten kaçtığını anlattı. ''Aslında 1993'te en büyük darbe oldu. Bu ülke bir değişime uğradı'' diyen Sakık, PKK'nın, silah olarak kullanıldığını savundu. Sakık, ''PKK'nın gerektiğinde Türklere, gerektiğinde ise devlet içindeki dinamiklere yöneltildiğini'' söyledi. 33 askerin öldürülmesi Sakık, Bingöl'de 25 Mayıs 1993'te 33 askerin şehit edilmesine ilişkin şu açıklamalarda bulundu: ''33 asker şehit edildi, direkt üzerime atıldı. Olayı üzerime yığdılar. Devlet, o dönemde Kulp kırsalında olduğumu biliyordu. Ruh halimi bile biliyordu. Benim hakkımda, istihbarat almış, 'Yeşil ile ilgisi var' dediler. O dönem örgüt tek taraflı ateşkes ilan etmişti. Devlet de bu ateşkesi bozmak için her gün operasyon yapıyordu. Örgüt lideri, 'herkes birbirini korumak için misilleme yapabilir' diye talimat verdi. Öyle karakol basmak, büyük eylem yapmak imkanı yoktu. Kimlik sorma, yol kesme, mayın döşeme gibi eylemler yapıyorduk. Büyük silahlarımız yoktu. Küçük silahlarımız vardı. Askere yol kesme yapıldı. Götürelim mi, vuralım mı, tartışması yapıldı. Güvenlik kuvvetleri olay yerine gidince 2'si öldürülüyor. Ayak üstü karar veriliyor. Kimi öldürülüyor kimini de yanlarında götürüyorlar. Bu olayın tetikçisi, PKK'dır. Örgüt liderinin 'eylem yapın' talimatına karşın bu askerler tedbirsiz yola çıkarılmıştır. Neden tedbir alınmadı? Bu planlanmış bir şeydir. Bu olayda insani olarak sorumluluk kabul ediyorum. Her gün telsizleri dinleyen, nerede ne kadar kişi olduğumuzu bilen, 200 kişi olduğumuzu bilen güvenlik güçleri, bu taburu çıkarırken, eylem yapılacağını bildiği halde neden tedbir almadı?'' Bu sürecin planlama olduğunu ileri süren Sakık, ''Öncesinde Özal, onun öncesinde Cem Ersever, onun öncesinde Eşref Bitlis gitmiştir. Kilit noktaları tutanlar tasfiye edildi. Güçlü bir savaş için bu bahaneyi yaratmaları gerekiyordu. Tek başına 33 asker olsaydı 'kazadır', 'kana susamış timin işidir' derdik. Ama bu zincirin halkasıydı. Türk halkını titretecek eyleme gerek vardı. Savaş talimatı da aynı yıla denk geldi. 1993'te gerçek anlamıyla 12 Eylül'den daha kanlı, daha köklü, daha korkunç bir darbe oldu. Sayı olarak, nitelik olarak da daha kanlıdır. Devletin en kilit noktalarındaki insanlar götürüldü'' diye konuştu. GAFFAR OKKAN CİNAYETİ Sakık, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan'ın öldürülmesi olayına değinmek istediğini belirterek, ''Ergenekon davasıyla ne kadar ilgilidir bilmiyorum. Bu ölçüde faili meçhul olarak kalan, gizlenen olayların hepsi birbirine bağlıdır. Bir gücün işidir'' dedi. Yeni yakalandığında, Diyarbakır valisi ve emniyet müdürünün kendilerine hitap eden bir toplantı yaptığını, isteği üzerine dönemin Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ile 5 dakika görüşerek, eşya, yiyecek gibi sorunlarını bildirdiğini anlattı. Okkan'ın kendisine ilgi göstererek, ''Ülkeye zarar verdin, hizmet de etmelisin'' dediğini ifade eden Sakık, ''Böyle bir sıcak ilişkiyle başlayan, saygı duyduğum insanın ölümü gerçekleşti'' dedi. Şemdin Sakık, 1994'te Tunceli kırsalındayken militanlar tarafından alınan 2 ormancıdan birini yanına aldığını, aralarında baba-oğul ilişkisi oluştuğunu söyledi. Sakık, 1998'de örgütten ayrılınca, bu kişinin de 1 yıl sonra Diyarbakır'da yakalanıp itirafçı olduğunu dile getirerek, şunları kaydetti: ''Başvurdum, beni görüştürdüler. Zaman zaman göreve çıkıyordu. Dicle'de bir yüzbaşının yanında kalıyordu. Gaffar Okkan, şehit düşünce ona sordum. Okkan'a yapılan eyleme bakıldığında, dünyanın hiç bir yerinde bu kadar yağdan kıl çekercesine, hedefi yüzde yüz vuran eylem görülmemiştir. 'Bunlar Lübnan'da eğitilen Hizbullah olsa bomba kullanırlar' dedim. 'İran'daki Hizbullah olsa hiç bir zaman sonuca gitmezler' dedim. 'Bu kesinlike Hizbullah işi değil' dedim. Cezaevinde yan koğuşumda Hizbullah lideri kalırdı. Havalandırmadan konuşurduk. 'Bilmiyoruz' diyorlardı. Bunlar bunun çeyreğini bile yapamazlar. PKK'nın bile bu kadar başarılı bir eylemi olmamıştır. Her faili meçhul cinayet, yüzde yüz devlet desteklidir. Gaffar Okkan'a, askeri, siyasi, istihbarat açısından bakarsanız, kesinlikle Hizbullah işi değildir. Bu bölgede, bütün silahlar karışıktır. PKK silahları, ordunun elindedir. Silahlardan çıkan mermiye bakarsanız, tetikçisini bilmek mümkün değildir.''

BIR ITIRAFCI VE ISBIRLIKCININ PORTRESI Şemdin Sakık

Beni getiren 'Yeşil'di Serpil KIRKESER/İSTANBUL,(DHA)6 Kasım 2012 İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen Ergenekon Davası’nda Şemdin Sakık tanık olarak dinlendi. Gaffar Okkan suikastinin hemen ardından 2001’de içinde bordo berelilerin bulunduğu Diyarbakır’dan havalanan casa tipi uçağın Malatya’da düştüğünü hatırlatan Sakık şunları söyledi: "O UÇAKTA ÖLENLERDEN BİRİ 'YEŞİL' " "Örgütteyken yanımda olan ve cezaevinde görüştüğüm genç bana "İyi ki benim yüzbaşım o uçağa binmedi. İşi çıktığı için binmedi. Binseydi ben de onunla gidecektim. Ben de kurtuldum" dedi. Bu uçakta bulunan iki kişinin adının üstü çiziliydi. O kasa uçakta ölenlerden birisi Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'mış. İsmi çizilenlerden birisi oymuş. Bir devlet bu kadar olayın faili olan kişinin yaşayıp yaşamadığını bilmiyorsa, o artık devlet değildir." Kuzey Irak’tan kendisini getiren 5 kişilik ekibin başında Mahmut Yıldırım’ın olduğunu söyleyen Sakık, "Demek ki bu Yıldırım 1998 yılında da kullanılan bir insandı. Bir kişi düşman denilen adamı getiriyor, JİTEM, MİT, emniyetin haberi yok. Bana, beni kimin getirdiğini sordular. ’Başıma bir iş gelir diye söylemedim. Yıldırım, Tunceli ve Bingöl sorumlusuydu. Demirel döneminde Yıldırım, Çankaya’ya gitti mi, Çiller ile görüştü mü, beni getirmek için kimden emir aldı, kimin emrinde çalıştırıldı? Bilemiyoruz. 1993’te yıldızı parlayan Yıldırım’dır." "İRAN NEREDEYSE ÖRÜTE UÇAK VERECEKTİ" 1993’te Şam’a Öcalan’ın yanına gittiğini anlatan Sakık, Öcalan’ın kendisine Lübnan’daki faaliyetleri denetleme talimatı verdiğini, ardından Lübnan’a gittiğini söyledi. Sakık, "Orada örgütten Rıza Altun vardı. Evinde balya balya günlerce saysak bitiremeyeceğimiz dolar vardı. Benim gözlerim fal taşı gibi açıldı. Biz o günlerde para sıkıntısı çekiyorduk. Paranın kaynağını sorunca ’buradaki kaçakçıları gözetliyoruz. Denetliyoruz, bu bizim mücadelemizin amacı değil, aracı’ dedi. Halbuki biz Kürtlerin kurtuluşunun mücadelesini veriyorduk. Diyarbakır Lice’de bir köyde uyuşturucu ekimini yasaklamıştım. Döndüğümde olayı Öcalan’a anlattım, o da bana ’bu örgütü nasıl idare ediyorsun. Arkamızda devlet mi var?’ dedi. Ben de köylüye yasağı kaldırdım. Örgütün geliri ilk yıllarda Avurapa’daki işçilerin bağışıydı. 1990 sonrası uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığından oldu" dedi. Sakık, İran’ın neredeyse örgüte uçak vereceğini, 1993’te ateşkes öncesinde bir kamyon silah veren İran’ın ateşkesten sonra "Biz bunları size yerde çürütesiniz veya bakasınız, satasınız diye değil, kullanasınız, diye verdik" dediğini iddia etti. "AKIN BİRDAL SUİKASTİ" Akın Birdal suikastine ilişkin iddialarda bulunan Sakık, "Bu işte Mahmut Yıldırım kullanıldı. Benim üstlenmemi istediler. Kabul etmedim hücreye attılar. Yaşar Büyükanıt’ın da haberi vardı. TİT’i yönlendirdiğimi söylememi istediler. Bunu da kabul etmedim. Zaten sonra gerçekler anlaşıldı" dedi. "RÖPORTAJ NEDEN BİZ ÖRGÜT YÖNETİCİLERİNDEN SAKLANIYOR" Savcı Mehmet Ali Pekgüzel, sanıklardan Doğu Perinçek ve terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın Bekaa vadisinde çektirdikleri fotoğrafları tanığa gösterip soru sordu. Fotoğrafların, örgütün spor ve eğitim yaptığı alanda çekildiğini anlatan Sakık, "Perinçek ile Öcalan’ın görüşmeleri gece geç saatlere kadar sürüyordu. Görüşmeler başbaşaydı. Ben içeri alınmadım. Bugörüşme sadece gazetecilik faaliyeti ise dünyaya duyurulacak röportaj, neden biz örgüt yöneticilerinden saklanıyor? Öcalan’ın yanına gelen hiçbir gazeteci yalnızca gazeteci değildir. Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Altan kardeşler, Yasemin Çongar gazetecilik için gelmediler. Onların görüşme amacının örgütün askeri gücünü kullanmak olarak düşünüyorum ve gözlemliyorum" dedi. "PKK BİR TERÖR ÖRGÜTÜDÜR" Örgüte katıldığı ilk dönemde faaliyetlerini "Silahlı mücadele" olarak tanımladığını belirten Sakık, "Daha sonra mücadeleye savaş dedim. Şimdi ise terör diyorum. PKK bir terör örgütüdür. Biz başta haklı ilerici insanlığa hizmet yürüttüğümüze sanıyorduk ama 1999’da Abdullah Öcalan yakalanınca ’Silahlı Mücadeleye son veriyorum" demesi ile PKK’nın yürüttüğü savaş, savaş olmaktan çıktı. Çünkü siyasi hedefi kalmadı. Öcalan tek başına örgütü yönetiyordu" dedi. Örgütün tüm faaliyetlerini Öcalan’ın kontrol ettiğini anlatan Sakık, "Eğer gerçek anlamda sorarsanız PKK’nın birinci dönem gerçek koordinatörü Doğu Perinçek’tir. İkinci dönem koordinatörü ise Yalçın Küçük’tür. Bu iki isim PKK’yı kullandı. Ben bu işin içinden geldiğim için söylüyorum" dedi. "KÜRTLERİN YÜZDE 99’U SAVAŞIN BİTMESİNİ İSTİYOR" "Dağdaki insanlar inmek istiyor" diyen Sakık, "Ancak kanla beslenenler bunu istemiyor. Bunlar mecliste milletvekili, belediyede başkanlık gibi kademelerde bulunmakta. Bir de Kürtlerin yüzde 99’u bu savaşın bitmesini istiyor. Ölümden beslenenler için kimin öldüğünün önemi yok. Apo yu tanrılaştırıyorlar. PKK’nın olumsuz yanını gizleyerek dokunulur yanını öne çıkarıyorlar. Sorun düşünülenden daha derin. 20 yıl önce dağda ölen kızkardeşimin hala oyu kullanılıyor. Öcalan’ı, Karayılan’ı gazete köşelerinde analiz ediyorlar. Çok sempatik bir diye yazıyorlar. Bu macEracı gençlere yol gösteriyor. Örgütü bu kadar çok işlemeleri ’Oralara gidin’ anlamına geliyor" dedi. "PERİNÇEK VE KÜÇÜK, ÖCALAN’I KULLANDI" Savcı Pekgüzel, Doğu Perinçek ve Öcalan’a ait fotoğrafların göstererek, "Çiçek verme söz konusu. Nasıl oldu bu olay?" diye sordu. Tanık Sakık, "Bu fotoğraf ilişkilerin ne kadar sevgi ve sıcak dolu olduğunu gösterir. Çiçek sevgi olduğunu ortaya koyuyor. Perinçek ve Öcalan çok samimidirler. Benim kimse ile şahsi sorunum yok. Kimseye iftira atma dersim de yoktur. Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük, Öcalan’ı kullandılar. Arkalarında kimler var bilemem" dedi. Bu sırada Yalçın Küçük oturduğu yerden Sakık’ın iddialarına tepki gösterdi. "GÜNDE 100 TANE FOTOĞRAF ÇEKİLİRDİLER" Savcı Pekgüzel, daha sonra Doğu Perinçek ile Öcalan’ın birlikte çekildiği fotoğrafları göstererek sorular sordu. Sakık ise, "Günde 100 tane fotoğraf çekilirdiler. Fotoğrafçıların biri önlerinde biri arkalarından takip ederdi" dedi. Savcı Pekgüzel, "Öcalan ile görüşmeye gelen diğer gazeteciler de bu şekilde militanlar ile tek tek tokalaşır mıydı? Tören yapılır mıydı?" diye sordu. Gülerek cevap veren Sakık da "Gelen her gazeteciye böyle törenler düzenlenseydi örgüt, bütün günlerini törenlerle geçirmesi gerekir. O dönemde Öcalan ile yabancı ve Türk gazetecilere hep mülakat verirdi" diye cevap verdi. "ÖCALAN’A SUİKAST" Abdullah Öcalan’a 1996 yılı bahar ayında Şam’da suikast yapıldığını anlatan Sakık, "Bomba patlatıldığı saatte benimle uydu telefonuyla konuşuyordu. Bir ara telefondan uzaklaştı kaldığı yerin yakınındaki Türkçe okulunun önünde patlama olmuş. 15 dakkaka kadar telefondan uzaklaştı. Sonra ’siz savaşmadığınız için düşman gelip beni Şam’da vurmaya çalışıyor’ dedi. Okulun kırılan camlarından da Cemil Bayık hafif yaralandı. Öcalan tedbirini almış. Ya Öcalan bilgi aldı, böyle birşey olmadı. Ya da, bombacılar Şam yönetiminden bu icazeti alamadılar. Önce öldürmek için planlanan eylem birilerinin müdahalesiyle korkutmaya dönüştü" dedi. Şemdin Sakık’ın yorulduğunu söylemesi üzerine, mahkeme heyeti duruşmayı yarın saat 09.00’a erteledi.

Saturday, November 3, 2012

Ali Şeriati: Yunan medeniyetinin kaynağı Kürtlere dayanır

04 Kasım 2012 Ilkehaber.com Avrupalıların iki koldan geliş yönleri vardır, bunun Hinde mi, yoksa Yunan’a mı dayandığı hassas bir konudur... Avrupalıların iki koldan geliş yönleri vardır, bunun Hinde mi, yoksa Yunan’a mı dayandığı hassas bir konudur. Belki de Dicle ile Fırat arasındadır. Çok ilginçtir hiçbir zaman Dicle ile Fırat arasındaki yöreden (Beyne’n-Nehreyn) batı söz etmiyor. Kültür ve Medeniyetin İlk Kaynağı Hitler’in dinlerin ve medeniyetlerin ilk kaynağı hakkında ilginç bir tezi var. Bu tez de Yunan, Hint ve Yahudi üçlüsünün kaynaklık teşkil ettiği düşüncesine dayanır. Yunanlıların ilk kaynak oluşları hakkındaki görüş şudur: Sokrates’tan önce yedi bilgin hekimle (Hükema-i Seb’a) başlar. Bunların isimleri belli değildir. Sonra Sokrates’in halkası başlar. Bunu Eflatun, Aristotales, Akadlılar ve İskenderiye mektebi izler. Avrupa’da Rönesansla birlikte Descartes, Kant ve en sonunda Hegel’de biter. Hint cereyanı ise Vedalar, Buda, Cinizim ve Gandi sıralamasına göredir. Bu sıralamada bir kol tasavvuf ve yeni Eflatunculuk olarak İslam’da görülür. Üçüncü kolda ise Adonis Rba’l Şemş, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed vardır. Hz. Muhammed’in halkası ayrıdır, çünkü bunda iki kol birden kesişmektedir. Hitlerin tahliline göre birinci kol Yunan, ikinci kol olan Hint’ten ayrılmadır, ama bunlar temelde aynı koldur. Demek ki Avrupalıların iki koldan geliş yönleri vardır, bunun Hinde mi, yoksa Yunan’a mı dayandığı hassas bir konudur. Belki de Dicle ile Fırat arasındadır. Çok ilginçtir hiçbir zaman Dicle ile Fırat arasındaki yöreden (Beyne’n-Nehreyn) batı söz etmiyor. Çünkü bundan söz ederse geliştirdiği bütün nazariye bir anda boşa çıkacaktır. Oysa bütüncü bir gelişme seyri vardır. Daha önce de değindiğimiz gibi, Yunan medeniyetinin kaynağı Kürtlere dayanır. Kürtler iki nehir arasının bir odağıdır. Mezopotamya, dünyanın kültür, medeniyet ve felsefe merkezidir. Riyazî bilimlerin ilk gelişme gösterdiği yer bu iki nehrin arası bölgedir. Sümerler ve Babilliler yıldızlar bilimini ve denizciliği keşfettiler. Sonraları Fenikeliler bu bilimleri bunlardan öğrendiler. Sümerler, bataklığı kurutmak zorundaydılar. Mezopotamya bütün dinlerin de kaynağıdır. Sözgelimi nur’un bütün dinlerde soyluluğu ve kutsallığı vardır. Bu, her şeyden evvel Sümerlerle ilgilidir. Onlar tanrılarının yıldızlarda, en büyük tanrının da güneşte olduğuna inanırlardı. Yine onlara göre nur ve ateş kutsaldır ve güneşin kalıbında tecelli etmiştir. Bundan dolayı zarf yani kalıp olan güneş de kutsaldır. Ama güneşin asıl değeri ışık saçmasıdır. Bundan ilahî bir alamet olarak ateşperestlik meydana geldi. İran’da Zerdüşt’ten evvel Mitraizm ve Rumlarda da Ayatapıcılık vardı. Rumlar, tapınaklarında ölmez, sönmez ateş yakarlardı. Bir genç kız da o kutsal ateşi korumakla görevlendirilirdi. Hıristiyanlık ilk çıkışında bu ateş inancıyla epey mücadele etmek zorunda kaldı. Öyleyse biri Yunan ve Hint’ten, diğeri de Sami’den kaynaklanan iki koldan fazla gelişme seyri yoktur. Ancak tarihin seyri üç medeniyet kaynağı olduğunu göstermektedir: 1- Sami kolu: Önce Aramî, sonra Aberî, en sonunda da Arabî oluyor. 2- Arya kolu: Hint ve İran (Kürtler), sonra Yunan. 3- Çinli ve sarı ırk. (Ali Şeriati'nin Medeniyet ve Modernizm adlı eserinden...) Dr Ali Şeriati Kimdir? 23 kasım 1933' te horasan eyaletine bağlı sabzivar' ın mezinen köyünde dünyaya geldi. 1950' de meşhed' deki öğretmen koleji' ne girdi. 1952' de meşhed' in yakınlarındaki ahmedabad köyünde öğretmenliğe başladı. 1955 yılında mekteb - i vasıta' yı yazdı. ebu zer - i gıffari' yi tercüme etti. 1956' da meşhed üniversitesi' ne girdi. "ulusal direniş hareketi" ne üye olduğundan babası ve diğer üyelerle birlikte tutuklandı. 6 ay tutuklu kaldı. 1959' da alexis carrel' den dua' yı tercüme etti. üniversiteden başarıyla mezun oldu. 1960' da fransa' ya gönderildi, orada sosyoloji ve dinler tarihi üzerine çalıştı. cezayir kurtuluş hareketine aktif olarak katıldı. bu faaliyetlerinden dolayı paris' te tutuklandı. bu arada birçok konuşma, makale ve çevirisi değişik dergilerde yayınlandı. sosyoloji ve dinler tarihi üzerine doktorasını tamamlayarak, 1962' de iran' a döndü ve sınırda tutuklandı, aylarca hapiste kaldı. öğretmenlik ve meşhed üniversitesi' nde asistanlık yaptı. meşhed, hüseyniye - i irşad, tahran üniversiteleri ile diğer merkezlerde konferanslar vermeye başladı. kendisi bulunamayınca babası tutuklandı. bir yıl kadar babası hapsedildi. şeriati teslim oldu ve 18 ay hücrede kaldı. 1975 - 77 arası savak' ın takibinden sürekli kaçarak, başkalarının evlerinde kalarak çalışmalarına devam etti. sabahlara kadar süren konuşmalar yaptı. 16 mayıs 1977' de avrupa' ya geçti. 30 gün sonra ingiliz istihbaratının da yardımıyla savak tarafından şehit edildi.

Tuesday, February 21, 2012

Kan ve barut günlerinde diplomasi

1937 Baharında başlayan Dersim katliamın en yoğun olduğu bir aşamada, Vet. Dr. M. Nuri Dersimi, “Dersim Generali Seyid Rıza” imzasıyla, başta merkezi Cenevre’de bulunan Milletler Cemiyeti olmak üzere ABD, İngiltere ve Fransa Dışışleri Bakanlıkları nezdinde girişimde bulunarak, bu “imha” hareketinin engellenmesi için yardım istiyordu.


1918- 1921 yılları arasında, Kürdistan Teali Cemiyeti gibi dönemin en etkin demokratik Kürt örgütlerinde yer alan Vet. Dr. Mehmet Nuri Dersimi, Koçgiri Konfederasyonu’nun liderlerinden Alişan Bey, kardeşi Haydar Bey ve şair Alişêr Efendi gibi aydınların önderliğinde Koçgiri halk hareketinin gerçekleştirilmesi aşamasında, Cemiyet Merkezi’nin çalışmaları doğrultusunda birtakım diplomatik girişimlerde bulunulur.
Kürt delegasyonu adına Paris Barış Konferansı’na katılan Şerif Paşa, sonradan kimi Cemiyet üyelerinin tepkisiyle görüşmelerden çekilse bile, Sevr Barış Antlaşması’nın 62.-64. maddeleri uyarınca “özerk bir Kürt yönetimi”nin kurulması kararlaştırılmış olduğu için, hem Ankara’da açılan Meclis’in bu karara uyup uymayacağı soruluyor hem de daha güçlü ifadelerle, iktidardaki Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile Kürdistan Teali Cemiyeti arasında varılan anlaşma geregince “Kürdistan’da kurulacak özerk yönetim” kararına M. Kemal Hükümeti’nin de uyap uymayacağı soruluyordu. 5 Maddelik Muhtıra- Mektub’un içeriği şöyleydi:
“1- Kürdistan özerk yönetimine olur veren İstanbul Saltanat Hükümeti’nin bu konudaki kararını Mustafa Kemal Hükümeti’nin de resmen kabul edip etmeyeceğinin açıklanması,
2- Kürdistan özerk yönetimi hakkında M. Kemal Hükümeti’nin görüş noktasının ne olduğu konusunda Dersimliler’e acele cevap verilmesi,
3- Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan bölge hapishanelerindeki Kürt tutukluların derhal serbest bırakılması,
4- Kürt çoğunluğu bulunan bölgelerde Türk hükümeti yöneticilerinin çekilmesi,
5- Koçgiri bölgesine gönderildiği haber alınan askeri birliklerin derhal geri alınması (15 Kasım 1920)”.

Mustafa Kemal, Ermeniler’in teslim edilmesini ister

Bu diplomatik girişimin asıl öncüleri Nuri Dersimi ile Alişêr Efendi idi. Nitekim, bu girişimden sonra Nuri Dersimi tutuklanarak, Divriği Hapishanesi’ne atılmış; Alişêr hakkında da Meclis gizli toplantılarında yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Sözgelimi, 11 Nisan 1921 tarihinde Meclis’te yapılan gizli görüşmede okunan Adliye Encümeni mazbatasında; bazı üyelerin “Vatana ihanet suçundan dolayı Alişêr Efendi ile arkadaşlarının Hiyanet-i Vataniye Kanunu’nun 2. maddesine göre idamla cezalandırılmalarını“ istedikleri; üç üyenin ise “on sene süreyle kürek cezasına çarptırılmasını“ istedikleri bildirilmektedir. Gizli görüşmelerde, Alişêr Efendi ile arkadaşlarının “Kürdistan namıyla bir hükümet teşkil etmek istedikleri” açıkça vurgulanmaktadır. (Bkz. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Cilt-10, 25.4.1337/ 1921).
Meclis’te, başta Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey ile Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey olmak üzere Kürt milletvekilleriyle kimi Türk vekiller arasında yoğun tartışmalar geçer, ancak Alişêr Dersim’e sığınmış olduğu için gıyabında yargılanır ve cezalandırılamaz.
Öte yandan, Koçgiri’ye ilişkin bugüne kadar bilmediğimiz bir diplomatik girişime de, tanınmış Kürt araştırmacılardan İsmail Hakkı Şaweys değinmektedir. Buna göre, Dersim/ Koçgiri Kürtleri’nin güçlü göründüğü bir dönemde, 10 Mart 1921’de Mustafa Kemal, Sivas Valisi aracılığıyla taleplerin bildirilmesini ve korunan Ermeniler’in teslim edilmesini ister. Onlar da, telgrafla şu şekilde cevap verirler:

‘Türk askeri Kürde düşman gözüyle bakmamalı’

“Temiz bir kalple görüş ve düşüncelerimizi aşağıda geçtiği şekilde size sunuyoruz:
1- Savaş ve kan dökmek Kürt ve Türk’ün çıkarına değildir;
2- Mustafa Kemal Paşa, Sivas ve Erzurum Kongrelerinin kararı üzerine Kürdistan’ın sınırlarının büyük ölçüde ayrılması gerekiyor;
3- Hükümetin kararıyla Kürdistan idari, ekonomik ve bilgi açılarından bağımsız olmalı ve Türkiye ile aynı olacak şekilde bakılmalı;
4- Osmanlı’nın eski siyaseti Kürdistan için canlandırılmamalı. Kürdün hakları tanınmalı. Türk nasılsa Kürde de o şekilde bakılmalı ve devlet işlerine katılmalı;
5- Koçgiri Kürtleri’nin isteklerine karşı güç kullanmanın sonucu kötü olur. Değil sadece Koçgiri, ağır vergi yükü altında hepimizin hayatı zehir oldu. Biz bütün Kürtler, okulsuz, hastanesiz ve doktorsuzuz. Dünya Savaşı evimizi viran etti. Bundan dolayı Kürdistan’ın yeniden yapılanmaya ihtiyacı var;
6- Bütün mahkumlar bırakılmalı. Türk askeri Kürde düşman gözüyle bakmamalı. Biz zorunlu ve meşru olmadığı sürece kan dökmeyiz;
7- Yanımızdaki Ermeniler’in hepsi çocuk, kadın ve yaşlılardır. Silahsızlar, bize sığındılar ve de masumlar. Bundan dolayı onları teslim etmeyiz.” (Bkz. Sabah Galib: 1919- 1923 Yılları Arasında Mustafa Kemal Atatürk’ün Kürt Meselesi Karşısındaki Tutumu ve 1922 Tarihli Kürt Otonomisi Kanununun Metni, Birnebûn, Sayı:39/ 2008).
Bu diplomatik girişimler devam ederken Ankara Hükümeti, bir oldu-bitti yaratıp Merkez Ordusu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa öncülüğünde Koçgiri’de büyük bir katliam gerçekleştirirken, bu arada 1921 Anayasası’na da “vilayetler esasına uygun bir muhtariyet” ilkesini koyar. Ertesi yıl da buna uygun olarak Meclis gizli görüşmesinde Kürdistan’a “muhtariyet” verilmesine ilişkin bir karar alır ve bir genelge yayımlar.

Kemalist yönetimin gizli görüşmeleri

Bunlar olup-biterken yine Kemalist yönetimin Fransa ve İngiltere ile de gizli görüşmeler yaptığını haber alan Kürt aydınları, kimi bölgelere gönderilen genelgelerin bir oyalamadan ileri gitmeyeceğini ve hükümsüz kalacağını görerek bir arayışa girerler. Tam da bu tarihlerde, Kürtdağı Kürtleri, Ankara’ya gelerek Meclis’e bir muhtıra- mektup verirler. Dönemin Başbakanı İsmet Paşa ise, uyarı amaçlı bu muhtıra- mektubu Lozan görüşmeleri sırasında, “Kürtler’in ayrılmak istemedikleri”nin kanıtı olarak sunar.
Kürt demokratik örgütlenmesi, bu gelişmelerden sonra yasaklanmış ve “Kürdistan Azadi Cemiyeti” adıyla illegaliteye kaymıştır. Miralay Cibranlı Halit Bey başkanlığında kurulan örgütün bugün elimizde birçok aktif yöneticisinin ismi bulunmaktadır. Örgütün en aktif şubeleri İstanbul, Erzurum ve Diyarbekir şubeleridir. Ankara Hükümeti’nin Fransız ve İngilizler’le gizli anlaşmalarından sonra, Kürtler yönünü Sovyetler Birliği’ne çevirirler. Nitekim, Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, 1923’te İstanbul’da Sovyet temsilcileriyle görüşür, 1924’te de Komiteya Merkeziya Kurdistan’ın programını Sovyet yetkililere sunar.
Cibranlı Halit Bey’in öncülüğünü yaptığı Erzurum Komitesi de 10 maddelik kararlar alarak, bunu taraflara bildirir. Ancak, Sovyetler Birliği, Ankara Hükümeti’ni Fransa ve İngiltere’ye, daha doğrusu bir bütün olarak Batı’ya kaptırmak istemediği için geri durmayı tercih eder. (Bkz. Osman Aytar: Sovyet Arşivini İnceleyen Fevzi Namlı İle Röportaj/ SSCB, Şeyh Said’e Neden Yardım Etmedi, Nuroj gaz. Sayı:31/1997).
İngiliz arşivlerinde çalışan İhsan Şerif Kaymaz ise, 1 Ağustos 1924 tarihinde Diyarbakır’da bir “Türk- Kürt Kongresi” yapıldığını bildiriyor. Buna göre, Ankara yönetiminden 6 istekte bulunulur. Türk tarafı, ilke olarak bu talepleri kabul eder ancak bundan somut bir sonuç alınamaz. (Bkz. Ayşe Hür: Kürtlere Özerklik Sözü Verildi Mi?, Taraf gaz. 19 Aralık 2010)

Hamdi Bey’in ihbar mektubu

Ordu Müfettişliğince, İçişleri Bakanlığı’na yazılan 18.2.1925 tarih ve 148 sayılı bir şifrede ise; Kürt millicilerinin bir “Federasyon” planından söz ediliyor. Bu şifrede; Diyarbekir’de Kürtçülük veya muhalefetle tanınmış kimselerin, “Kürdistan’a istiklal merkezi temin ve Türk hakimiyetinde bulunmak ve aynı zamanda hükümet ve Reisicumhuru da tanıyarak Federasyon tarzında yönetim ile herhangi bir yabancı saldırı karşısında memleketi ortaklaşa dışarıya karşı savunmak ve ulusal gelişmelerini sağlamak” amacında oldukları bildiriliyor. (Bkz. M. Bayrak: Kürtler ve Ulusal- Demokratik Mücadeleleri, Özge Yay. Ank. 1993, s. 260- 261).
Burada, herhangi bir Türk- Kürt Kongresi’nden değil, Kürt millicilerinden ve muhalif kesimlerden söz ediliyor. Dolayısıyla, üsttekiyle aynı olgunun kastedilip edilmediğini tam olarak bilemiyoruz. Burada, üzerinde durulmaya değer bir başka belge ise, Genç eski Mebusu Hamdi Bey tarafından verilen 28.5.1924 tarihli ihbar mektubudur. Sözkonusu mektupta; geçmişten beri Kürt ulusal hareketinin içinde bulunan “Bitlis mebus-u sabıkı Yusuf Ziya, Erzurum mebus-u sabıkı Süleyman Necati, Dersim mebus-u sabıkı Hasan Hayri ile Erzurum’da bulunan Emekli Miralay Kürt Halit Bey ve Muşlu Hacı Musa Bey ile Şeyh Şerif Efendi’nin gizli faaliyetler içinde bulundukları“ bildiriliyor ki, bu, Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey’in de en azından 1924’ten itibaren ihbar edildiğini ve bu gerekçeyle diğerleriyle birlikte idam edildiğini gösteriyor. (Bkz. Age, s. 218).

Musul-Kerkük sorunu ve Kürtler

Bir başka önemli diplomatik faaliyet de, Lozan’da kesin çözüme kavuşturulamamış olan Güney Kürdistan’la ilgilidir. İngilizler, bir yandan Ankara ile gizli görüşmeler yapılırken, bir yandan da Lozan’da Türk tezlerini boşa çıkarmak için Kürt temsilcilerle ilişki içindedirler. İlk aşamada, güneyde Kürt özerkliği görüşmeleri verilirken, Türk istihbaratının tahrikleri sonucu Şeyh Mahmud Berzenci öncülüğündeki Kürtler isyana teşvik edilirler. İsyanın, hava saldırısıyla bastırılmasından sonra Ankara Hükümeti, yeni bir Kürt oluşumuna fırsat vermemek için azami çaba harcar.
Mustafa Kemal, gazetecilere yaptığı açıklamada; sınırın Misak-ı Milli’ye uygun olarak Güney Kürdistan’ı da içine alacak çekilde belirlenmesini iki ana nedenle istediklerini bildirmektedir: Birincisi, orada sınırsız servet oluşturan petrol kaynakları vardır; ikincisi, İngilizler orada bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar, bu kurulduğu takdirde etkisi Türkiye içindeki Kürtler’e de yansıyacaktır.
Ankara’daki Meclis görüşmelerinde de, özellikle Kürt milletvekilleri arasında Kürdistan’ın bölünmesini engelleyecek yoğun bir çaba gösterildiğini görüyoruz. Nitekim, konuşması 1923’te Meclis’te ayakta alkışlanan Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, bir ileri görüşlülükle, Musul ve Kerkük’ün milli sınırlar içine alınmamasının, ilerde büyük sorunlara yolaçacağını vurguluyor ve şöyle diyordu:
“…Musul’u ertelemek ve Musul’suz barış yapmak, barışın hemen ertesi günü Şarki Anadolu’da (Kürdistan’da) mühim bir cephe hazırlamak demektir…Türk- Kürt işbirliği yaparak yaşamazlarsa ikisi için akibet yoktur. Bugünkü vaziyet böyle geliyor. Arkadaşlar, toplumsal durumumuz bunu gösteriyor. Dolayısıyla herhangisi, henhangisine ihanet ederlerse ikisi için de akibet yoktur…
Ben Musul’u istemiyorum, Musul’u atıyorum. Musul’u kime verirlerse versinler. Süleymaniye’yi, Kerkük’ü almakla Türk’ün, Kürd’ün birliği onunla temin edilir.” (Dr. Osman Sönmez: Misak-ı Milli ve Musul- Kerkük, Kerkük dergisi, Nisan/ Temmuz- 1994)

1925 Kürt İsyanı’nın gerekçeleri

Kürtler’in bu yoğun çabasına rağmen, Lozan’da bu konuda kesin bir karar alınamamış ve sorun Musul Komisyonu’na havale edilmiştir. İşte, tam bu aşamada İngilizler’in de boş durmayıp Kürt tarafını yanına almak için yoğun bir çaba içerisine girdiği görülüyor. Nitekim, yine Sovyet belgelerinden yararlanan Kürt araştırmacı Dr. A. Hawrami, “Sovyetler Birliği ve Piranlı Şex Said Devrimi” konulu doktora çalışmasında; İngilizler’in 1924 yılı içinde Musul ve Bağdat’ta birçok Komite kurduklarını, bunlardan birinin de Kürd Subaylar Cemiyeti olduğunu bildiriyor. Bağdat’ta Binbaşı Salih Zeki başkanlığında, Türkiye ordusundan emekli Binbaşı Emin Zeki’nin, İngiliz yönetimindeki bazı subaylarla birlikte bu Cemiyeti kurduklarını ve örgütün, kurulduktan hemen sonra Milletler Cemiyeti’nden “Bağımsız ve Birleşik Kürdistan” kurma talebinde bulunduklarını haber veriyor. (Bkz. Aris Arda: Belgelerle Şex Said Hareketi, Bolşevikler ve Kemalistler’in Suç Ortaklığı, Newroz.com sitesi).
Burada adı geçen Emin Zeki’nin, Harbiye’den M. Kemal ve İsmet Paşa’nın arkadaşı olan, Irak’ta kurulan ilk hükümette Savunma Bakanlığı görevi yapan, bizim de “Meşahir-i Kurd u Kurdistan” adlı biyografik eserini ilk kez Türkçede yayımladığımız ünlü Kürt tarihçisi Mehmed Emin Zeki Bey olduğunu tahmin ediyoruz.
1924 Yılına ilişkin önemli bir diplomatik belge de, Kürd Özgürlük Komitesi’nin (Ciwata Azadiya Kurd), Türkiye’deki gelişmelerden duydukları rahatsızlığa dair İngiliz yetkililere verdikleri bir rapordur. 1925 Kürt İsyanı’nın gerekçelerini içeren bu Rapor, son derece önemlidir. 11 Maddelik Rapor şöyledir:
“1- Yeni azınlıklar yasası şüphe yaratmıştır. Türkler’in Kürtler’i Batı’ya sürmeyi ve yerlerine Türkler’i yerleştirmeyi planladığından korkulmaktadır.
2- Türkler’le Kürtler’i birbirine yaklaştıran son kurum, halifelik, kaldırılmıştır.
3- Okullarda ve mahkemelerde Kürtçe konuşulması kısıtlanmıştır. Kürtçe eğitim yasaklanmış ve bu da Kürtler’in eğitimsiz kalmaları sonucunu doğurmaktadır.
4- (Kürdistan) kelimesi, (daha önce coğrafik bir terim olarak kullanılıyordu) coğrafya ders kitaplarından çıkarılmıştır.
5- Kürdistan’daki bütün üst düzey yöneticiler Türktür. Yalnızca alt düzeylerdeki görevlere, dikkatle seçilmiş Kürtler atanmaktadır.
6- Vergiler gene verilmekte fakat bunlarla kıyaslanabilir yararlar Hükumetten sağlanamamaktadır.
7- Hükumet, 1923’teki T.B.M.M. seçimlerine, Doğu illerinde müdahale etmiştir.
8- Hükumet, sürekli olarak aşiretleri birbirine karşı kışkırtmaktadır.
9- Türk askerler, sık sık Kürt köylerini basıp hayvanları götürüyorlar; ürünlerin karşılığı hiç, bazen de yetersiz ödeniyor.
10- Ordu’da Kürtler’in rütbeleri düşüktür ve geri hizmetlerde görevlendirilmektedir.
11- Türk hükumeti, Alman sermayesini kullanarak, Kürtler’in maden zenginliklerini sömürüyorlar.” (Bkz. Prof. Dr. Martin van Bruinessen: Ağa, Şeyh ve Devlet/ Kürdistan’ın Sosyal ve Politik Örgütlenmesi, Özge yay. Ank. 1992, s. 454-455).

Dersim Katliamı ve diplomatik girişimler

Bu tarihten sonra, gerek Ağrı- Zilan İsyanı, gerekse Cumhuriyet’in 10. yılı dolayısıyla da çeşitli diplomatik girişimlere tanık oluyoruz. Ancak, bu aşamada muhalif hareketler “kan ve barut siyaseti”yle bastırıldıktan sonra tüm ilgi Dersim üzerinde yoğunlaşmıştır.
Resmi kalemşör Naşid Hakkı (Uluğ)’un “Derebeyi ve Dersim” kitabı, adeta sonraki gelişmelerin bir habercisi gibidir. Nitekim, 1934’te bir Mecburi İskan Kanunu, 1935’te Tunceli Kanunu çıkarılmış ve Dersim’in tasfiyesi süreci başlatılmıştır. “Temdin” yani “uygarlaştırma” adına çıkarılan bu kanun çerçevesinde sayım yapılmış, silahlar toplanmış, çok sayıda hükümet binası ve askeri sevkiyat için yollar yapılmış ve 1937 yılında düğmeye basılmıştır.
Gerekli askeri tedbirler alındıktan ve donanımlar yapıldıktan sonra, Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in de içinde bulunduğu, Diyarbakır kalkışlı bir uçak filosu tarafından Dersim bombalanmaya başlanmıştır. Öncelikle, başta Dersim’in efsanevi lideri Seyid Rıza olmak üzere, özellikle lider kesimi hedef alınmıştır.
Sabiha Gökçen, anılarında ve sonradan kendisiyle yapılan konuşmalarda; “Hedefin doğrudan Dersim olduğunu” vurguladığı gibi, hareket halindeki her şeyin kendisi için hedef teşkil ettiğini belirtiyor. (Bkz. 50. Yılında Dersim İsyanı, Nokta Dergisi, Sayı:25/ 1987).

‘Emir, Dersim ahalisini külliyen imha emriydi’

Dönemin Başbakanı İsmet İnönü de, katliam başladıktan sonra Meclis’teki gizli oturumda yaptığı konuşmada; “Dersim’de imha planı yani yok etme proğramı uyguladıklarını” açık bir ifadeyle söylüyordu.(Bkz. Vakit gaz. 27.8.2010)
Said-i Kurdi’nin talebelerinden Emekli Albay Hulusi Yahyagil, harekata bizzat katılan subaylardan biriydi. O, kendilerine verilen emrin tek kelime ile “imha” yani yoketme olduğunu belirtiyordu: “Bize verilen emir, Dersim ahalisini külliyen (tümüyle) imha emriydi. Canlı bir tek insan bırakılmayacak, genç, ihtiyar, suçlu suçsuz, kadın erkek, ne varsa hepsi imha edilecekti. Buna bitkiler ve hayvanlar dahildi; hayvan bitkiyi yer, insan da hayvanı yer şeklinde idi. O tarz muamele ve emir nasıl bir uygulama şekli idi bilemiyorum.” (R. Peşeng: Said-i Kurdi ve Şeyh Said, Esmer der. Sayı:37/ 2008).
Said-i Kurdi de, Dersim soykırımı üstüne yaptığı değerlendirmede; “Beşer bu zulme isim bulamamıştır...” diyerek, durumu özetliyordu.

Vet. Dr. M. Nuri Dersimi ve Nokta’nın sansürü

İşte, 1937 Baharında başlayan katliamın en yoğun olduğu bir aşamada, bir bakıma bomba sesleri altında Vet. Dr. M. Nuri Dersimi, “Dersim Generali Seyid Rıza” imzasıyla, başta merkezi Cenevre’de bulunan Milletler Cemiyeti olmak üzere Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa Dışışleri Bakanlıkları nezdinde girişimde bulunarak, bu “imha” hareketinin engellenmesi için yardım istiyordu.
Tüm bu gelişmeleri birinci elden anlatan başlıca kaynaklar, Nuri Dersimi’nin 1952’de Halep’te yayımlanan “Kürdistan Tarihinde Dersim” adlı ilk eseri ile ilk basımı İsveç’te, 1992’de Türkiye’deki ilk yayını da bizim tarafımızdan yapılan “Hatırat”ıdır. Bugün bu eserler olmasa, Dersim soykırımı büyük ölçüde karanlıkta kalacaktı.
Nokta Dergisi’nin, katliamın 50. yılı dolayısıyla yayımladığı Dersim özel sayısı kuşkusuz bu açıdan önemliydi. Derginin yayın yönetmeni Adil Özkol’un da, çoğu tanıdığım olan dosyayı hazırlayanların da iyi niyetinden kuşkum yok. Ancak, yine de İngiliz arşivlerinde bulunup yayımlanan belgede sansüre gidildiğine tanık oluyoruz.
Sözgelimi, Seyid Rıza adına Nuri Dersimi tarafından Fransızca olarak kaleme alınan 30 Temmuz 1937 tarihli mektubun iki yerinde sansür uygulandığını görüyoruz. Zaten, herhalde sakıncalı buldukları için kendilerince sansürlenen bölümleri (...) şeklinde geçmişler. Aslıyla karşılaştırdığımızda, sansürlenen bölümlerin en canalıcı yerler olduğunu görüyor ve salt bu iki hususa burada yer vermekle yetiniyoruz:
“1- ...Türk uçakları kasabaları bombalıyor ve yakıp- yıkıyor; savunmasız kadınları ve çocukları öldürüyor. Türk Hükümeti, başarısızlığının acısını bütün Kürdistan’da yaşayanları yok ederek çıkarıyor.
2-... Kendi topraklarında özgürce dillerini, orijinlerini, gelenek ve göreneklerini, kültür ve uygarlıklarını barış içinde yaşayan 3 milyon Kürt; benim aracılığımla Ekselanslarına sesleniyor ve Kürt halkına uygulanan bu vahşice haksızlığa son verilmesi amacıyla Örgütünüzün/ Hükümetinizin yüksek manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı sizden istirham ediyor.”
Bilindiği gibi Nuri Dersimi, 13 Eylül 1937’de Suriye’ye geçtikten sonra, beraberinde götürdüğü birçok Dersimli aşiret reisinin mühürleriyle yine aynı makamlara, bu defa daha kapsamlı bir mektupla başvurur. Tıpkıbasımını, Türkçe yayın olarak ilk kez “Dersim- Koçgiri” adlı çalışmamızda yayımladığımız bu 5 sayfalık mektubun; Fransızca metni ile Türkçe metni aynı zamanda Dersimi’nin ilk eserinde ve bizim yayımladığmız “Hatırat”ın eklerinde yayımlandığı için, burada tekrarlamaya gerek görmüyor ve aynı zamanda saz (tembur) çalan ve şiir yazan bir kişi olarak Nuri Dersimi’nin “hasret” temalı bir ağıtlama-şiiriyle sözlerimizi bağlamak istiyoruz:

Esir Milletleri Kurtaracak Zihniyet

Nihayi bir derde düştüm
Şifaya erer mi bilmem?
Ayrıldım yüksek ma’mureden
Matlubuma erer miyim bilmem?

Her gün güneş orda doğar
Kızıl nuruyla bizi yoklar
Dosttan dosta selam yollar
Mukabele etsem, varır mı bilmem?

Ceddimin pınarı orada çağlar
Elim yetmedi gözlerim ağlar
Gazeller döküldü bozuldu bağlar
Fidan diksem uzar mı bilmem?

O idi kardeşimin ta kendisi
Kimin vardı ki buna şüphesi
Kapıya yapışan kan lekesi
Gelip de birgün bilinir mi bilmem?

Dersimi, metin ol sen de
Buna çare yine sende
Zaman fırsat olduğu yerde
O zaman gelir mi bilmem?
(Kaynak: Mehmet Elbistan)

MEHMET BAYRAK

Sunday, March 20, 2011

The legend of Kawa the blacksmith

A long time ago in between the two great rivers Euphrates and Tigris there was a land called Mesopotamia. Above a small town and tucked into the side of the Zagros Mountains, there was an enormous stone castle with tall turrets and dark high walls. The castle was cut out of the mountain rock. The castle gates were made from the wood of the cedar tree and carved into the shapes of winged warriors.

Deep inside the castle lived a cruel Assyrian king called Dehak. His armies terrorised all the people of the land.

All had been well before Dehak's rule in Mesopotamia. Previous kings had been good and kind and had encouraged the people to irrigate the land and keep their fields fertile. They ate food consisting only of bread, herbs, fruit and nuts.

It was during the reign of a king called Jemshid that things started to go wrong. He thought himself above the sun gods and began to lose favour with his people. A spirit called Ahriman the Evil, seized the chance to take control. He chose Dehak to take over the throne, who then killed Jemshid and cut him in two. 

The evil spirit, disguised as a cook, fed Dehak with blood and the flesh of animals and one day as Dehak complimented him on his meat dishes, he thanked him and asked to kiss the king's shoulders.

As he did so there was a great flash of light and two giant black snakes appeared on either side of his shoulders. Dehak was terrified and tried everything he could to get rid of them.

Ahriman the Evil disguised himself again, this time as a physician and told Dehak that he would never be able to rid himself of the snakes and that when the snakes became hungry Dehak would feel a terrible pain, which would only be alleviated when the snakes were fed with the brains of young boys and girls.

So from that dark day onwards two children were chosen from the towns and villages that lay below the castle. They were killed and their brains were taken to the castle gates and placed into a large wooden bucket made from the wood of a walnut tree and held firmly together by three thin bands of gold.

The bucket of brains was then lifted by two strong guards and taken to the wicked Dehak and the brains fed to the hungry snakes.

Since the snake king began his rule over the kingdom, the sun refused to shine. The farmer’s crops, trees and flowers withered. The giant watermelons that had grown there for centuries rotted. The peacocks and partridges that used to strut around the giant pomegranate trees had left. Even the eagles that had flown high in the mountain winds had gone.

Now all was dark, cold and bleak. The people all over the land were very sad.

Everyone became terrified of Dehak. They sang sad and sorrowful laments that expressed their pain and plight. And the haunting sound of a long wooden flute could always be heard echoing throughout the valleys.

Now there lived below the king’s castle a blacksmith who made iron shoes for the famous wild horses of Mesopotamia and pots and pans for the people of the town. His name was Kawa.

He and his wife were weakened by grief and hated Dehak as he had already taken 16 of their 17 children.

Every day, sweating hot from the oven, Kawa banged his hammer on the anvil and dreamed of getting rid of the evil king.

And as he banged the red hot metal, harder and harder, the red and yellow sparks flew up into the dark sky like fireworks and could be seen for miles around.

One day the order came from the castle that Kawa’s last daughter was to be killed and her brain was to be brought to the castle gate the very next day.

Kawa lay all night on the roof of his house, under the bright stars and rays of the shining full moon thinking how to save his last daughter from Dehak’s snakes. As a shooting star curved through the night sky he had an idea.

The next morning he rode on the bare back of his horse, slowly pulling the heavy iron cart with two metal buckets rattling on the back. The cart climbed up the steep cobbled road and arrived outside the castle.

He nervously emptied the contents of the metal buckets into the large wooden bucket outside the enormous castle gates.

As he turned to leave he heard the gates unbolt, shudder and slowly started to creak open. He took one last look and hurried away.

The wooden bucket was then slowly lifted by two guards and taken into the castle. The brains were fed to the two hungry giant snakes that grew from Dehak’s shoulders.

When Kawa got home he found his wife kneeling in front of a roaring log fire. He knelt down and gently lifted her large velvet cloak. There, under the cloak, was their daughter. Kawa swept back her long thick black hair from her face and kissed her warm cheek.

Instead of sacrificing his own daughter, Kawa had sacrificed a sheep and had put the sheep’s brain into the wooden bucket. And no one had noticed.

Soon all the townspeople heard of this. So when Dehak demanded from them a child sacrifice, they all did the same. Like this, many hundreds of children were saved.

Then all the saved children went, under darkness, to the very furthest and highest mountains where no one would find them.

Here, high up in the safety of the Zagros Mountains, the children grew in freedom. They learnt how to survive on their own. They learnt how to ride wild horses, how to hunt, fish, sing and dance.

From Kawa they learnt how to fight. One day soon they would return to their homeland and save their people from the tyrant king.

Time went by and Kawa’s army was ready to begin their march on the castle. On the way they passed through villages and hamlets. The village dogs barked and the people came out of their houses to cheer them and give them bread, water, yoghurt and olives

As Kawa and the children drew near Dehak’s castle both men and women left their fields to join them.

By the time they were approaching the castle Kawa’s army had grown to many thousands.

They paused outside the castle and turned to Kawa.

Kawa stood on a rock. He wore his blacksmith’s leather apron and clenched his hammer in his hand. He turned and faced the castle and raised his hammer towards the castle gates.

The large crowd surged forwards and smashed down the castle gates that were shaped like winged warriors and quickly overpowered Dehak’s men.

Kawa raced straight to Dehak’s chambers, down the winding stone stairs, and with his blacksmiths hammer killed the evil snake king and cut off his head. The two serpents withered.

He then climbed to the top of the mountain above the castle and lit a large bonfire to tell all the people of Mesopotamia that they were free.

Soon, hundreds of fires all over the land were lit to spread the message and the flames leapt high into the night sky, lighting it up and cleansing the air of the smell of Dehak and his evil deeds.

The darkness was gone.

With the light of dawn, the sun came from behind the dark clouds and warmed the mountainous land once more.

The flowers slowly began to open and the buds on the fig trees burst into bloom. The watermelons began to grow, as they had for centuries before. The eagles returned and flew on the warm winds amongst the mountain peaks.

The peacocks fanned their beautiful plumes that glinted in the hot spring sun. Wild horses with long black manes galloped over the dusty flat plains. Partridges perched and sang on the branches of the pear trees. Small children ate ripe walnuts wrapped in fresh figs and the smell of freshly baked bread from the stone ovens reached their noses with the help of a light breeze.

The fires burned higher and higher and the people sang and danced around in circles holding hands with their shoulders bobbing up and down in rhythm with the flute and drum. The women in bright coloured sequined dresses sang love songs and the men replied as they all moved around the flames as one.

Some of the youngsters hovered over the flute, drunk with the sound of the music, their arms outstretched like eagles soaring the skies.

Now they were free.

To this day, on the same Spring day every year, March 21st, (which is also Spring Equinox) Kurdish, Persian, Afghan and other people of the Middle East dance and leap through fires to remember Kawa and how he freed his people from tyranny and oppression and to celebrate the coming of the New Year.

This day is called Newroz or New Day. It is one of the few ‘peoples celebrations’ that has survived and predates all the major religious festivals.

Although celebrated by others, it is especially important for the Kurds as it is also the start of the Kurdish calendar and celebrates the Kurds own long struggle for freedom.

This version of the legend has been written by Mark Campbell

MARK CAMPBELL / NEWS DESK
ANF NEWS AGENCY

Friday, December 3, 2010

Scilly Adaları'ndaki Kürdistan!

MAXİME DEMİRALP-ANF
12:43 / 02 Aralık 2010

PARİS - Bundan 100 yıl önce, henüz Türkiye diye bir devlet yokken, Manchester’dan Basra’ya doğru giden bir gemi Scilly Adaları güneyinde battı. Geminin adı Kürdistan’dı.

Bugün kullanımı yasaklarla çevrili bir kelime olan Kürdistan, 100 yıl önce bir gemiye isim olarak verilmişti. Dramın yaşandığı Fransa’nın Brotonya bölgesindeki Plouguerneau’da herkesin unuttuğu bir trajedi, 100 yıl sonra yeniden gün yüzüne çıktı. Burada bir gemi battı ve bu gemiden geriye tek bir iz kaldı, o da haç işaretli bir mezar taşı.

Haçın üzerinde şu ifadeler yer alıyor: “Bu haç 21 Ekim 1910’da denizde kaybolan ‘Kürdistan’ gemisinin kaptanı, subayları, mürettebatı ve yolcuları anısına, aynı zamanda kıyıya vuran 17 cenazeyi toplayan sakinler ve ülke makamları ile bu haçı bu araziye dikmeye izin veren Nezou ailesine minnetin ifadesi olarak Londra İngiliz-Cezayir Şirketi tarafından dikildi.”

Haç işareti gözlerden uzak özel bir mülkiyet üzerinde bulunuyor. Ancak haçın üzerinde yazılanlar 100 yıl sonra Brotonya’nın bu küçük kentinde yerel tarihçiler ile Karreg-Hir Derneği üyelerinin dikkatini çekti. Geminin batışının yıldönümü dolayısıyla Karreg-Hirr, Le Telegramme gazetesinde olay hakkında bilgisi olan tüm kişi, tarihçi ya da denizcilere çağrıda bulundu.

Mezar taşı üzerindeki kaydın dışında yaşanan felakete ilişkin kesin bir bilgi bulunmuyor. Kazanın nedeni, yeri, boğulanların sayısı, hayatta kalanlar, sonuçları… hiçbir şey… ne yerel hafızada ne de yazılı olarak…

Gemi 16 Nisan 1906 tarihinde Galler Ülkesi kıyıları üzerindeki Swansea merkezli İngiliz-Cezayir Steamship Co. Ltd. şirketi için imal edildi. Dönemin gazetelerinde yer alan bilgilere göre Kaptan Mannings tarafından yönetilen Kürdistan gemisi Marsilya üzerinden Basra’ya gitmek üzere 14 Ekim’de Manchester’dan yola çıktı. Gemi’nin 28 Ekim dolaylarında Marsilya’ya ulaşarak buradan yolcuları alması gerekiyordu.

New York Times’in 6 Kasım 1910 tarihli sayısında gemiden kurtulan 2 kişinin 5 Kasım’da Kanarya Adaları’na ulaştığı belirtiliyor. Geminin Manş Denizi’nin girişine 60 mil uzakta küçük İngiliz takımadaları olan Scilly Adaları’nın güneyinde battığı anlatılıyor. Hayatta kalan iki kişi ise geminin battığı sırada suya bırakılan tek küçük gemiye binebilen 10 kişi arasında yer alıyordu. 26 saat sonra Vincent isimli İngiliz yelkenlisi tarafından alınan kazazedeler 2 Kasım’da Santa Ursula adlı Alman vapuruna bindirilerek Kanarya’ya bırakıldılar. Diğer 8 kişi de ya bir patlama sonucu ya da suda boğularak öldü. Brisbane Courier gazetesine göre ise 7 Kasım 1910’da batan gemide 46 kişi hayatını kaybetti, 2 kişi kurtuldu.

Geminin yolcuları arasında Kürtler de var mıydı ve neden gemiye Kürdistan adı verilmişti bilinmez ama bu geminin varlığı da bugün yok sayılan Kürdistan’ın Türk devletinin kuruluşundan önce de var olduğunu gösteriyor. Gemiye dair diğer bütün bilgiler bunca yıl unutulduktan sonra açığa çıkarılmayı bekliyor.

ANF NEWS AGENCY